6mayıs'17

Fırlayarak kalktın yataktan yağmurun sesini duyunca. Mayıs ayında yağmur. Allahım şükürler olsun, dedin. Dedin mi. Hiç beklemediğin anda hiç beklemediğin şeyler karşına çıktığında hep afallıyorsun. Ne diyeceğini şaşırıyorsun. Allah’a bile. Bizzat kendin, dilini dolaştıran bir şaşkınlıksın. İzahı zor bir pişmanlıksın kendi dilinde.

Hala alışamadın adının şiirlerinin altına yazılmasına ama şehre o şairin gelmesi heyecanlandırıyor seni.  “bir gün buluşalım gözlerimiz olmasın” diyen şair şehrine geliyor ve genç şairlerle söyleşecek. Belki duyulacaklar vardır diye düşünüyorsun genç şair tamlamasından sonra. Bunu hiç düşünmemiş gibi geçiyorsun sıradan insan gerekçelerine. Yapacak daha iyi bir işim yok, evden çıkmak için müthiş bir neden, uzak da değil trafik çekmem. Sanki uzak olsa gitmeyeceksin, kandır kendini.

Tek başına bir yerlere gitmeye artık alıştın. Çocuğunu ilk kez birine emanet eden, çok gerekli olmasa zaten başkasına hiç bırakmayacak olan anne tedirginliği yok üzerinde artık. Yine de yanında yörende biri olsun istiyorsun. “Bak” diyebileceğin. “Duydun mu” diyebileceğin. Diyememenin yoksunluğu dolaşıp durduğunda içinde, haniydi yalnızlık safsatalarını ağzına dolayan o şairanelik diyorsun. Sonra aklına geliyor Cemal Şakar’ın dediği: Seçilmiş yalnızlık olgunlaştırıcıdır; içine düşülen yalnızlıksa çürütücüdür. Seçmedin ve çürüyorsun. Seçmedin, sen seviyorsun insanları, kendi içine düştüğünde insanlara tutunup çıkıyorsun. Yıllardan beri böyle değil mi bu? Parkta gördüğü herkesle arkadaş olan o çocuk değil misin sen? O zamanlar el sallama süresi kadar bir burukluktu belki ama şimdi dokunuyor gerçekler: oyun bitince herkes evine gider.

Aslında bir arkadaşına söyledin ama işi çıktı, işi vardı, yol uzaktı gibi şeyler. Hep böyle gibi şeyler olur. “Herkes kendi uçurumunda sarkıyordu umarsız.” Herkesin kendi uçurumunda sarkmasına alıştın. Ama bu sefer de komşu uçurumlar arıyorsun kendine, eş zamanlı düşüşler. Düşelim mi? Beraber düşelim! Benimle düşer misin? Karşındakinin hayatından çalan bir dostluk mu istiyorsun diye sorgulamaya girişiyorsun böyle zamanlarda. Nereye demeden seninle gelecek bir yoldaş özlemi. Gönlünü titreten şeyi, o titreyişi şöyle bir yoklayacak  dost arayışı. Ebeden ve daima. Şubat, Yağmur’a böyle diyordu değil mi? Yağmur da Şubat’a. Elbette çabucak…  İstanbul halkının otobüslerdeki sıkkın suratlarıyla Eyüp’e kadar yaptığın yolculukta dallanıp, budaklanıp, kuraklaşıp, çoraklaşıp daha da can sıkıcı hale geliyor bu düşünceler. Sonuç: oradasın, tek başına.

Aklında “tek başına yapabildiklerim” diye bir liste var. Ve epeyce uzuyor. Dergi fuarına yalnız gitmek, Eminönü’nden Beyazıt’a bir başına yürümek… Uzuyor, iyileşiyorsun. Mesleki bilgilerin bunun üzerine kafa yormanın hiç de sağlıklı olmadığını, iyileşmenin değil aksine kötüye gitmenin işareti olduğunu söylüyor. Aldırmıyorsun. Zaten her yeni mesleki bilgi sağlıklı olmayan bir yanını gösteriyor sana. Kanıksadın. Kapıdan girdin, küçük bir kalabalık. Dağılmışlar etrafa, meydandaki sandalyeler boş. Demek ki daha başlamamış. Etrafı incelerken sanki oraya daha önce gelmişsin hissi yakalıyor seni. Evet, geldin. Lisede, edebiyat kulübünle. Manidar bir denk geliş. Dağılan kalabalıkların, sürdürülemeyen birlikteliklerin mekânlarla hatırlanan hüznü. Geçelim.

Duvara yaslanıverdin. Şimdi de program başlayana kadar vakti nasıl geçireceğini düşünüyorsun. Elin çantana gidiyor. O oyalanma o çantada yok, boşuna bakma. Telefonunla uğraşarak modern insanlık müessesine bir katkı daha sağladın, aferin. Bir çıkıp gelsem vakit geçer diye geçirdin içinden. Ama o bahane de çantada yok. Bugün hanım kız çantanı taktın, sigaran öbür çantada kaldı. Su. Suyun yok. Su aldın, geldin. Nereye koyacağını bilmediğin ellerine meşgale buldun. Sen dönene kadar yerleşmiş de herkes, bu güzel. Bir yere iliştin. Önlere bir bakış atıp arkalara oturdun. Hâlâ başlamadı ve oyalanmak için etraftaki insanlara bakıyorsun. Yakasına aidiyetliklerini iliştirmiş olanlar var, neşeli. Ses sistemini kurmaya çalışan o çocuğa bakıyorsun. Sağa sola koşuşturup duruyor. Ne kadar uğraşsa da o mikrofon kesin çalışmaz diyorsun. Diyorsun da diyorsun, hiçbir şey düşünmeden geçirdiğin tek bir saniyen bile olmaz mı senin?

Zaman geçmiş düşünürken,  şairimiz gelmiş, ön tarafta. Bazen seni baştan ayağa bir soru işaretine çeviren, hayatın karşısına bir ünlem gibi diken şeyleri sözlüğündeki kelimeler anlatmaya yetmediğinde dizelerinin senin yerine konuştuğu bir şairi kanlı canlı ilk kez görünce ne düşünülürse onu düşünüyorsun. Ezberine aldığın mısralar dönüp duruyor zihninde. Yanında tanıdık simalar görüyorsun sonra. Hem şaşırıyorsun, hem de şaşırmanın anlamı yok. Genç şairler ustalarıyla tanış olmaya gelmişler. Birkaç yıl sonra onların kitaplarındaki dizelerin altını çizerken aklına gelecek güzel bir hadisenin tanığı olmanın tebessümü yerleşiyor yüzüne. Tanış ile tanık arasındaki harf farkında kendini görene kadar da sürüyor. Sonrası ifadesizlik. Muhtemel olan bütün mümkünlerin kıyısı’ndan şöyle bir geçip gitmendi. Öyle de oldu. Olur. Kendini bir tek yanılacağın hususunda yanıltmıyorsun. 

İyi bir şiir okuduğunda yüzüne yayılan o alaycı gülümseme. Kelimelerin bir araya gelişinin böylesi dedikten hemen sonra sanki içinde bir yerlerde yara kabuklarının kalkmasından zevk alıyormuşçasına gülme hali. O ifadeyle dinledin. Çünkü o iyi şiirlerin şairiydi konuşan. Yol boyu içinde uğuldayıp duracak şeylerin birazını aklına, birazını kalbine, birazını defterine yazdın. Tek başınaydın; karışık aklın, yorgun kalbin, özensiz defterinden başka kimseyle tek kelam etmedin o gün üzerine. Programdan sonra herkesin kitap imzalattığını görünce kitabını getirmeyi mantıksız görmene ikna edemedin kendini. Ne bileyim, söyleşi bu imza olsa imza da yazarlardı, diye kendini haklı çıkaramadın. İmzalı bir kitaba kıymet vermekle imza alırkenki çekingenliğin seni nasıl bir tezada dönüştürdüğünü bir kez daha fark ettin. Belki yanında biri olsaydı kendini ona karşı haklı çıkarır, sonra da çok alakasız bir konunun üzerine konuşmaya başlar, unutur giderdin. Ya da evden çıkmadan kitaplara kararsız bir bakış atıp çıkacağına sorardın, danışırdın. Öyle olmadı. Olmuyor. Kendini kandıramıyor insan koskoca bir yanılgıya bir dönüştüğünde. Ben yanlışın kendisi olmayaydım iyiydi be abi. Duble sus, sırası değil.

Herkes dağılıyor. Orada öylece oturup kendi kendini yiyip bitirmen bile daha sonra seni yiyip bitirecekti, kalktın. Tanıdık simalarla kusurlu bir merhaba ile kaçış gibi bir görüşürüz arası bir şeyler konuştun. Bütün merhabalara er ya da geç kendi kusurunu nasıl bulaştırdığını düşündün ve çentik gibi izi kalacağını bile bile görüşürüzlerle kaçmanı. Ellerin titredi, yanılgıdan sebep titredi, inkâr etmedin. Ne kitap imzalattığın, ne de tanış olduğun ama dediklerini aklına, kalbine, defterine yazdığın şairin yanından bütün mümkünlerin kıyısından geçer gibi geçtin, gittin.

Böyle zamanlarda nefes almayı sigaradan derin bir nefes çekmeye benzetiyorsun. Sigarayı ciğerlerine kadar çekemiyorsun ama yağmurlu bir mayısın serinliği içini doldurdu o an. Sabah kararsızlıkla boynuna doladığın, otobüste ne diye aldım sanki bunu diye kendine kendine söylenip durduğun şalı başına atıp, kaçışan, dükkânların tentelerinin altına sığınan insanları aşağılarmış gibi kibirle yürüdün yağmurun altında.

“Şiirde acemiliği  ustalardan öğrendik.” dedi şair biraz evvel. Sen bunun üzerine şiiri, dönüp dolaşıp kendini gece yarılarında elinde kalemle bulmalarını, bunun daha ne kadar böyle süreceğini, belki de hep böyle bir hayat süreceğini, hayatının belki de o kadar uzun sürmeyeceğini ve bunun gibi esaslı bir dize olarak göğsüne asman gereken şeyleri düşünmedin yürürken. Yalnızlığın acemisiyim, şikâyet etmeyecek kadar ustalaşmak isterdim oysa, gibi ağdalı sözler debelendi aklında. Yalnızlık üzerine bir şeyler yazmayı, içinde bulunduğun günü karalamayı düşündün. Ne demişti programın konuğu genç şair: kalemi kaşınmak. Kalemin kaşındı. Güzel tabir. Yani sence güzel tabir. Belki bir başkasına bayağı gelecek, sen de zaten karşılaşma anının büyüsüne kapıldın. Bütün  bence’ler kendiliğinin kol gezdiği çorak bir bahçeyi çeviren upuzun çitler gibi geliyor bazen. Tıkıştın kaldın içeride. Bıktın bence’lerden.

-Gezdik dimi oğlum?
-Hı hı.
-Mutlu oldun mu?
-Oldum.
-Elhamdülillah diyelim.
-Elhamdülillah.

Yaşandı, hemen arkanda. Sen berbat bir şükürsüzlüğün pençesindeyken. O anın güzelliğini bozmayacağını bilsen dönüp yüzlerine bakmak, o yüzleri düşmeye çok yaklaştığın geceler açıp baktığın bir şükür albümünün içine koymak isterdin. Dönüp “Çok güzelsiniz.” der, anneyi anneliğine çocuğu çocukluğuna sözlerinle yakıştırırdın bir kez de, kime ne zararı olurdu.  Olmazdı ama demedin, huzurlu bir gülüşle yürüdün önlerinden. Yağmurun altında bir kız, kendine kendine gülerek yürüyor, deli mi ne. Delisin.

Hemen karşında durak. Binmedin, yürünmeye değer bir yol olsa eve kadar yürürdün, ama değil.  Gidebildiği yere kadar, azla yetin, olanla idare et, şikâyet etme diye düşünürken bir afiş gördün. Cilt ütüleme cihazını tanıtan bir reklam afişi.  Her şeyi dünya standartlarınca mükemmelleştirmeye çalışan hastalıklı zihnin yeni icadı: cilt ütüleme cihazı. Ruhun buruş buruş oluyor her gün cildin kırışsa nolur, diye düşündün. Diye düşündün. Diye düşündün. Yürümeye başka bir isim verecek olsan “diye düşünmek” derdin. İnsan yürürken bütün hayatını,  ilk nefesten o ana kadar ne yaşandıysa hepsini bir teraziye koyacak gücü buluyordu sanki kendinde. Yanlış kefesinin ağır geleceğini bile bile. Fatih’ten eve kadar yürümüştün bir keresinde. Üç saat. Bana bunu nasıl yapar diye düşünerek. O kadar saat yürüyüp, içindeki umuda, inanca, aldanışa rağmen insan ölüme bile bir gerekçe bulurdu ama bunu sana neden yaptığını açıklayamamıştın kendine. Ama başından geçen onca hadisenin öğretemediği o dersi de öğrenmiştin: bu şehrin sokakları insanlara güvenmeden yüründüğünde daha tekin. Gardını almış bir vaziyette bilinmeze yürümeyi o gün öğrenmiştin. Büyümüş gibi değil de bir tokatla büyütülmüşsün gibi hissetmiştin.

Yürüdün. Kılıfına uydurulmuş bahanelere sığınıp düştüğün hataların, yanlışların ellerine sinen gölgeleri çarptı gözüne. Ellerinin aydınlığa ne kadar uzak olduğunu bir tek sen görüyordun. Dizlerinin üstüne yığılacak gibi oldun ama yığılmadın. Nasıldı o klişe, insan sadece güvendiği insanın yanında sarhoş olurmuş. Tektin, olmadın şehrin sarhoşu. Solundan arabalar,  sağından insanlar aktı gitti. Yol boyu en tenha bankı arayıp durdun, nihayet buldun. Şehir hala devinip duruyordu arkada ama sen o bankta hayatı durdurdun. Park ve bahçeleri tenhalaştıran mayıs yağmuruna şükürler olsun dedin. Dedin mi. Dedin. Yağmur yağınca bir başına bırakılan kaydıraklarla, salıncaklarla aranda bir benzerlik buldun, hep bulursun. Eski neşen kalmayınca yanından uzaklaşanları eve dönen çocuklara benzettin. Sordun: kim öğretti çocuklara yağmur yağıyor diye oyunu en heyecanlı yerinde bırakmayı? Islansınlardı çocuklar, ne olurdu sanki.  Baktın kuşlar öylece duruyor o dallarda, yağmur sağanak da olsa. Âdemoğlunun dünyaya daha iyi tutunmak için her daim el altında bulundurduğu huylardan bir an olsun uzaklaşmak istedin. Tedbirden, temkinden, teyakkuzdan, daha nicelerinden uzak olmak istedin. Yüreğini bir kuşa yakın, dünyaya alıştırılmaya çalışılan, büyüdüğünde de masumluğunu kaybettiği için suçlanan çocuklardan uzak tutmaya çalıştın. Bir an. Kısacık bir an. Tek olmayı, bütün bu karmaşayı kelimelerle ifade edemesen de kendini anlıyor olmayı sevdin. Sonra geçti. Hep geçer. Tek başınalığın çekilebilir olduğu zamanların, mayıs yağmurunun şükrüyle oyalanabildiğin anların sonuna gelirsin, otobüs de gelir, binersin.

Eve dönüyorsun. Eve dönmenin şarkıya ve kalbine dönmekle aynı hizaya yazılmadığı bir hayatta savrulduğunu bilerek. İç çekiyorsun. Kulaklığını takıyorsun, feryat figan bağıran, sanki bir tepeye çıkmış da senin derdini senin nefesinle dağa, taşa, uçan kuşa, gamlı yele, yüklü buluta haykırıyormuş gibi şarkılarını söyleyen o kadınlardan birini seçiyorsun. Daha yüksek sesle söyle Darya Dadvar, yorulursan Mor Karbasi devam etsin, nefesin tükenirse Riff Cohen’e verelim sözü. Ve en son acı bir kabullenişe dönsün her şey Lizeta Kalimeri’nin sesinde. Hiçbiri senin dilinde söylemesin şarkıları ama seni en iyi onlar anlatsın.

Yol bitti. Eve döndün, yenildin. Merdivenlerde son bezgin adımları attın. Sabah köşe başında kıvırdığı eteğini akşam eve dönerken eski haline çeviren kızlar gibi, sokağa çıkar çıkmaz astığın yüzünü ”evin kızı” olanla değiştirdin. Anahtarı çevirdin ve içindeki bütün kapıları hayatın her şeye rağmen devam ediyor olmasını tek başına omuzlayamayışa açtın.

Dost dediğin “yine mi?” diye uyandığın sabahlara katlanmak için Yaradan’ın nimetidir. Dost her şeydir Kader Hanım.

-dedim kendime. Her şeysizlik zindanından. Ben kendime hanım diyecek kadar uzak kalmayı nasıl becerdim? Zindanlara düşmüş kadar uzağına nasıl vardım insanlığın?


Dur ağlama. Başını kendi dizine yaslayacaksın bir omuz yerine ve durulup dizindeki ıslaklığı gördüğünde her şey daha hazin olacak.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

- BEDEN ASLA YALAN SÖYLEMEZ -

- ANNELER ANNELERİNİ SEVMEZ NEDEN -

KARNIMIZ DOYUNCA AŞK BAŞLAYACAK*